25 November 2024

"Global Düşün, Yerel Uygula"

ABD’nin Suriye politikasında İsrail ve Yahudi lobisinin etkisi

8 min read

ABD askerlerinin Suriye’ye ilk defa gönderilmesinde ABD’deki Yahudi lobisinin büyük katkısı olduğunu söylemek mümkün. Çekilme söz konusu olduğunda topyekûn bir karşı duruşun ortaya çıktığı görülüyor.

Haydar Oruç   |14.10.2019

ABD’nin Suriye politikasında İsrail ve Yahudi lobisinin etkisi

İstanbul

ABD’nin Ekim 2015’de 50 Özel Kuvvetler askeriyle başladığı Suriye macerasında, en azından kuzey kesimleri için, sona gelindi. Bölgede Türkiye ile birlikte başlatılan eğit-donat programının başarısız olması üzerine, Kuzey Suriye’nin bazı bölgelerinde yerel nüfusun desteklenerek DEAŞ’a karşı savaştırılması maksadıyla kısa süreliğine ve dar kapsamlı olarak başlatılan operasyonun, gelinen noktada maliyet/fayda bakımından içinden çıkılmaz bir hal alması, Trump’ın bu kararında etkili olmuş görünüyor. Aslına bakılırsa (Trump’ın seçilmeden önce de dile getirdiği) Suriye’den çekilme işleminin ilk sinyali Aralık 2018’de verilmişti. Ancak o günlerde Trump hem savunma bakanına hem de bölgedeki komutanlara sözünü geçirememişti. Özellikle Rusya’nın bölgedeki varlığını gerekçe gösteren savunma bürokrasisi, bunun sahayı Rusya’ya kaptırmak anlamına geleceğini ileri sürerek (zaten Rusya’nın seçimlere müdahalesi iddiasıyla hakkında kovuşturma yapılan) Trump’ın girişimini akamete uğratmıştı.

ABD’nin Suriye’deki askeri varlığında İsrail’in önemli bir rolü var. Bunu sadece İsrail devletine bağlamak fazla iddialı olsa da, Amerikan devlet sistemi içinde etkili olan Yahudi lobisinin, değişik gerekçelerle ABD askerlerinin bu bölgeye getirtilmesinde ve milyarlarca dolar harcatılarak burada bir terör devleti kurdurtulmaya çalışmasında son derece etkin olduklarını söylemek mümkün

ABD’nin Suriye’deki varlığıyla İsrail’in ilişkilendirilmesini sağlayan ilk somut emarenin belirmesi de bu döneme rastlıyor. Aslında ABD askerlerinin bölgeye ilk defa gönderilmesinde de ABD’deki Yahudi lobisinin büyük katkısı olduğunu söylemek mümkün. Fakat o dönem daha çok siyaset ve bürokrasi çevrelerindeki Amerikan Yahudilerinin bu konudaki teşvik edici cümlelerine şahit olunurken, çekilme söz konusu olduğunda topyekûn bir karşı duruşun ortaya çıktığı görülmüştü.

İsrail’in (bölgesel politikalarında sorun yaşadığı Araplar, Farslar ve Türkler karşısında) sempati beslediği ve büyük önem atfettiği Kürtlere yönelik gelecek vizyonunda, olası bir devlet tahayyülünün yer aldığı bilinen bir husus. Bu muhayyel devletin (İsrail’in konjonktürel olarak sorunlar yaşadığı) Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasındaki bir bölgede var olması da en ideal senaryo olarak kabul görüyor. Bu dört devletin enerjilerini böyle bir oluşuma karşı heba etmeleri ve bu esnada İsrail’in kendi bölgesel politikalarını rahatlıkla hayata geçirmesi, İsrail’in beka politikalarında önemli bir yer tutuyor. Fakat bu planın uygulanabilmesi tek başına İsrail’in imkân ve kabiliyetini aştığından, bir süper güç eliyle hayat geçirilmesi en makul ve en az maliyetli seçenek olarak açığa çıkıyor.

Dolayısıyla ABD’nin, 1991’de Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayıp 2003’de sözde kimyasal silahlar nedeniyle Saddam’ın devrilerek Irak’ın işgal edilmesiyle en üst seviyeye çıkan, bölgedeki varlığına benzer bir durumun oluşturulması gerekmiştir. Obama’nın (seçim vaadini yerine getirmek için) 2011’de Irak’tan ABD askerlerini çekmesi durumu zorlaştırmışsa da, yeni planın hayata geçirilmesi için fazla beklemek gerekmemiş, zira DEAŞ’ın 2014’ten itibaren ortaya çıkışı ve Irak’ın ardından Suriye’ye girerek büyük bir alan hakimiyeti sağlaması, İsrail’in bölgeye yönelik planına yardımcı olmuştur. DEAŞ’ın bu genişleme sürecinde önüne çıkan (aralarında Araplar ve Türkmenlerin de bulunduğu) bütün kesimlere şiddet uygulamasına rağmen, uluslararası medyada sadece Kürtlerin ve Yezidilerin öne çıkarılması da süper gücün yönünü bu bölgeye çevirmesinde etkili olmuştur.

Fakat bu planın hayata geçirilmesi için hem İsrail’in hem de ABD’deki Yahudi lobisinin senkronize çalışması büyük önem arz etmekteydi. İsrail-Filistin meselesine bile aynı zaviyeden bakmayan tarafların, söz konusu İran ve Kürtler olduğunda aynı hizada durmaları, mevzu varoluşsal bir tehdit veya “büyük İsrail” hedefi olduğunda, her şeye rağmen birleşilebildiğini göstermiştir. Dolayısıyla ancak ABD marifetiyle kotarılması mümkün olabilecek bu senaryo için süper gücün ikna edilmesinde, Yahudi diasporasına veya lobisine aidiyeti bulunan ve bununla birlikte ABD devlet aygıtının değişik kurumlarında ve muhtelif makamlarında yer alanlara büyük görevler düşmüştür.

Obama yönetiminin İran nükleer anlaşmasını imzalamasına engel olamayan bu odaklar, Ekim 2015’den itibaren ABD askerlerinin tekrar bölgeye sokulmasını ve ABD’nin Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütlerini desteklemesini sağlayarak, bunları devletleştirmeye götürecek adımların yolunu açmışlardır. Ne İran nükleer anlaşmasından ne de Suriye’nin kuzeyindeki varlığından doğrudan bir çıkarı olan ABD’ye, bu iki konunun kendisine faydası olacakmış gibi pazarlanmasında, var olan Yahudi lobisi etkisi yadsınamaz.

Obama’dan sonra başkanlık koltuğuna oturan Trump’ın dış politikası nerdeyse 180 derecelik bir dönüş göstermesine, Trump başta NATO ve AB gibi oluşumları eleştirmesi ve mevcut pek çok anlaşmadan çekilerek tutarsız bir davranış modeli sergilemesine rağmen, bu süreçte en kazançlı çıkan yine İsrail ve Yahudi lobisi olmuştur. Trump’ın Kudüs kararında, sözde “yüzyılın anlaşması”nda, ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekilmesinde ve Golan tepelerinin İsrail toprağı sayılmasına dair inisiyatiflerde doğrudan hiçbir Amerikan çıkarının olmaması dikkat çekicidir. Zira tüm bu sayılanlar, İsrail’in yıllardır hayalini kurduğu kazanımlar olarak tarihte yerini almıştır.

Rakka’nın tamamen yıkılarak da olsa “kurtarılmasından” yaklaşık bir yıl sonra, Trump’ın DEAŞ’ın bitirildiğini ilan etmesi ve artık Suriye’den çekilme zamanının geldiğini açıklaması üzerine, henüz planladıkları hedeflere ulaşamayan İsrail’in ve Yahudi lobisinin büyük bir tepki vererek onu bu kararından caydırdığı unutulmamalıdır. Bu kesimlerin temel argümanı bölgede hâlâ DEAŞ’ın var olduğu olsa da artık denkleme yeni bir değişken eklenmiştir. Özellikle nükleer anlaşmadan sonra bölgesel etkisini arttıran İran’ın (Suriye iç savaşını da fırsat bilerek) Irak ve Suriye’de varlık göstermesini ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gören İsrail’in yeni gerekçesi bu olmuştur. Suriye rejiminin ayakta kalmasında önemli rol oynayan İran’ın, ülkenin güneyindeki bölgelerden Lübnan’da yerleşik Hizbullah’a ulaşacak bir koridor oluşturduğunu ileri süren İsrail bu sayede, ABD’nin Suriye’de kalması için ikinci bir bahaneye daha sahip olmuştur.

Zira her ne kadar kendi imkanlarıyla Suriye’deki İran ve Hizbullah hedeflerine saldırı gerçekleştirerek zayiat verdirse de, Rusya’nın bölgedeki varlığı nedeniyle, ABD’nin burada kendi yanında bulunmasına dikkat etmiştir. Kaldı ki Suriye’nin güneyinde bulunan (ABD’ye İsrail’e yakın) muhaliflere ve kuzeyde YPG’ye yönelik rejim saldırılarına ABD’nin vermiş olduğu şiddetli ve caydırıcı karşılıklar, bu tercihin ne kadar yerinde olduğunu göstermiştir. ABD bu saldırılarda süper güç olmanın keyfiyetiyle herhangi bir bedel ödememiştir; benzer bir saldırının İsrail tarafından yapılmasının bir maliyeti olacağı ise muhakkaktır. Dolayısıyla ABD’nin askeri gücü, İsrail’in güvenlik mimarisinin bir parçası gibi davranmakta ve İsrail ulusal güvenliğinin sağlanması için gönüllü bir hizmet sunmaktadır. Obama döneminde olduğu gibi, Trump’ın da sadece Suriye rejiminin kitlesel imha silahları kullanması nedeniyle tepki göstererek bazı rejim hedeflerini bombaladığı göz önünde bulundurulursa, Suriye’nin kuzeyinde ve güneyinde bulunan İsrail destekli gruplara yönelik ABD korumasının arka planındaki motivasyon daha iyi anlaşılacaktır.

Fakat Trump’ın 6 Ekim’deki açıklamasıyla, Suriye’de yaklaşık dört yıldır devam eden Amerikan varlığının sonuna gelindiği anlaşılıyor. Her ne kadar ABD güvenlik bürokrasisi şimdilik sadece kuzeyden çekildiklerini ve güneydeki varlıklarını sürdüreceklerini açıklasa da, kendi başkanlarının Suriye’den tamamen çekilmek istediği ortada. İsrail yönetiminin ve Yahudi lobisinin bu karardan hiç hoşnut olmadıkları ve Trump’ın kararını yine değiştirmek isteyecekleri de muhakkak. Hatta bunun emareleri çok geçmeden ortaya çıkmaya başladı. Rusya soruşturmasından kurtulan, ama bu sefer de Ukrayna cumhurbaşkanıyla yaptığı görüşme nedeniyle hakkında azil süreci başlatılan Trump’ın, bu karar nedeniyle (başta kendi partisindeki senatörlerden olmak üzere) yoğun bir baskı altına alındığı görülüyor.

Her ne kadar azil süreciyle Suriye’den çekilme kararı birbirinden farklıymış gibi görünse de, İsrail’in çıkarları ve bölgesel tahayyülleri mevzubahis olunca, kararın arkasındaki isim (şimdiye kadarki İsrail yanlısı kararları nedeniyle Pers Kralı Kyrus’a benzetilen) Trump olsa bile, Yahudi lobisinin etkisindeki Amerikan müesses nizamının hışmına uğrayarak, bir de bu kararı nedeniyle azil tehdidine maruz kalması muhtemeldir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, ABD’nin Suriye’deki askeri varlığında İsrail’in önemli bir rolü var. Bunu sadece İsrail devletine bağlamak fazla iddialı olsa da, Amerikan devlet sistemi içinde etkili olan Yahudi lobisinin, değişik gerekçelerle ABD askerlerinin bu bölgeye getirtilmesinde ve milyarlarca dolar harcatılarak burada bir terör devleti kurdurtulmaya çalışmasında son derece etkin olduklarını söylemek mümkün. Henüz amaçlarına ulaşamayan bu kesimlerin, Trump’ın sırf fayda/maliyet hesabı nedeniyle bu oyunu bozmasına izin verip vermeyecekleri ise yakında ortaya çıkacaktır.

[Haydar Oruç Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nün (ORMER) İsrail masasında, siyaset ve toplum ilişkileri ve sivil toplum örgütlerinin politika yapım sürecindeki rolleri üzerinde çalışmaktadır]